Hürriyet, insan fıtratının bir parçasıdır. Dünyanın siyasi lügatinde sosyal hürriyet'in Kur'ani temelleri bulunuyor.
Sosyal Hürriyet
Bismillahirrahmanirrahim Benim için bugün çok tatlı, güzel bir gündür. Elbette daha önce Cumhurbaşkanlığı görevindeyken defalarca bu üniversiteye geldim, ancak bu toplantının benim açımdan bazı özellikleri bulunuyor ki bu bana özel bir zevk ve tatlılık vermektedir. İki, üç ay önce sizlerin böyle bir toplantı düzenleyeceğinizi bana bildirdiklerinde, hatırladığım kadarıyla üniversite rektörü benim bu toplantıya bir mesaj göndermemi veya sizlerin gelerek benimle görüşmenizi istemişlerdi. Ben o görüşmede bizzat bu oturuma katılarak sizlerle görüşeceğimi ve üniversitenin kazanımlarını bizzat yakından görmek istediğimi bildirmiştim. Bu üniversite büyük umutlarla tesis olunmuştur. Elbette ülkedeki tüm üniversitelerin ülke, inkılab üzerinde, ilim ve kültürün gelişmesi üzerinde büyük bir hakkı bulunmaktadır. Fakat bu üniversite, bizzat inkılab tarafından kurulmuş olan bir üniversitedir ve hedefi de ülkedeki öteki üniversiteler için gerekli hoca ve bilimsel kadro eğitmekti. Mümin ve devrimci gençlerimizin bol olduğu bugünkü üniversitelerimizde belki de bu sözün fazla bir anlamı olmayabilir ama İslam inkılâbının zaferinden sonraki ilk on yıl içinde bu büyük bir önem ve mana kazanmaktaydı. O günlerde üniversite hocalarından önemli bir bölümü üniversitelerindeki vazifelerini yerine getirmemekte ve İslam İnkılâbı ile gerektiği gibi işbirliğinde bulunmamaktaydılar. Bazıları yurt dışına gitmiş ve birçokları da sürekli rahatsızlık uyandırmakta ve bizlere başvuran öğrenciler söz konusu hocaların vazifelerini yerine getirememelerinden şikâyette bulunmaktaydılar. Bazıları da inanarak ve sadıkane olarak İnkılâbın ve ülkenin hizmetindeydiler. İşte böyle bir ortamda üniversitenin rayına oturtulması ve hedeflerinin tahakkuk ettirilmesi temel bir tasarım ve değişikliği zaruri kılmıştır. Bugün ben dikkat ediyorum bu üniversitenin yetiştirdiği ve topluma kazandırdığı binlerce kişi şu anda görevlerinin başında hizmet vermekteler. Bu ise bizler için oldukça tatlı ve unutulmayacak bir anı bırakmıştır.
Değerli bacı ve kardeşlerim! Ben bu hususta sizler için tek bir cümle söylemek istiyorum ve o da şudur ki bugün üniversiteli aydın kesimin üzerinde özel bir sorumluluk bulunuyor. Bugün ülkeniz, inkılâbınız ve İslami düzeniniz öyle bir ortamdan geçmekte ki fikir ve düşünce sahibi her kes bu düzenin daha verimli olmasını sağlamak için elinden geleni yapmalı, çaba harcamalıdır. Şimdiye kadar bizler çok çetin dönemleri geride bırakmış bulunuyoruz. Savaş dönemini, savaştan sonraki dönemi… Tüm bun dönemler birçok zorluklarla karşı karşıyaydılar. Bugün öyle bir dönemde bulunuyoruz ki bilim ve marifet vasıtasıyla, bilimsel çalışmalarımızla uzun sömürü yıllarında ülkeye zorla tahmil edilen geri kalmışlığı telafi etmeliyiz. Geçmiş dönemlerde yeteneklerin açılıp filizlenmesine, halkın gerçek hüviyet ve kimliğinin ortaya çıkmasına engel oldular. Buna karşılık batının bilim ve sanayi alanındaki ilerlemeleri sonucu sanayi ürünlerinin ülkeye girmesine paralele olarak ülke o ölçüde batıya bağımlı kılmışlardı. Fikir ve kültür ürünlerini ülkeye soktu ve ona paralel olarak ülkenin tahsilli, eğitimli sınıfının kendine olan güvenini sarstılar. Bu inançsızlık uzun yıllar boyu kendi etkisini gösterdi. Bu düşünce (İranlıyı aşağılama düşüncesi) ülkeye girdiği ve aşağılanma duygusunun insanların benliğine kadar işlediği günden beri ülke müşahede ettiğiniz gibi geri kaldı. Bunca maddi ve insani kaynaklara sahip olmamıza rağmen, sahip bulunduğumuz üstün coğrafi konuma, geçmiş parlak bilimsel ve kültürel kazanımlarımıza rağmen ülke içindeki konumumuz ne yazık ki var olmamız gereken bilimsel, sanayi alanların çok gerisindedir. Tarihi, coğrafi ve edebi konularımızla ilgili olarak başkaları bizim kendimizden daha fazla araştırma yapmış, çaba göstermiştir ve maalesef İranlının sahip bulunduğu üstün yeteneğe rağmen şu ana kadar bu geri kalmışlığı telafi edememiştir. Elbette inkılab'dan sonraki yıllarda mucize gerçekleşmiştir ve o da kendimizi kabul etmemizdir. Eskiden var olan hakaret duygusu artık yoktur ama yine de çaba harcamak gerekir. İnkılâbın ilk yıllarında özellikle sekiz yıllık savaş döneminde ülke büyük sorunlarla karşı karşıyaydı. Bugün çaba harcamak sizlerin vazifesidir. Bu çabalardan asıl hedef ise İslam'ın izzetini artırmak, İslami İran'ı istiklale kavuşturmaktır. Tarih boyunca insanlık fertleri her ketsen yararlandılar. Fakat eşit ve aynı ölçüdeki iki varlık arasında fikir teatisinde bulunmak, mal varlıklarında değiş tokuş yapmakla, bir varlığın diğer birinden yalvarmak, yakarmak veya tahkir etmek yoluyla suistifade etmesi arasında fark var. Ve İslam inkılâbından öncesine kadar ne yazık ki bu durum egemendi. Ülkeyi gerekli olduğu seviyeye ulaştırmak gerekir. Bu ise ülkenin geniş potansiyele sahip genç ve aydın kuşağının üzerine düşen bir vazifedir. Bu üniversitede okuyan siz bacı ve kardeşlerimle ilgili olarak benim kanaatim sizlerin bu hususta daha ağın bir yükümlülüğü üzerinizde taşımanızdır ve inşallah daha fazla başarılar elde edersiniz. Ben bugün burada sadece sizin aranızda olmak için hazır bulunuyordum ve konuşma gibi bir planım yoktu. Sizlerin sorularınızı dinleyip onlara cevap vermekle zamanı geçireceğimi düşünüyordum.. Bu mesele benim için çok tatlı ve zevkliydi fakat ülke için de çok gerekli önemli bazı konuları burada gündeme getirmenin çok yararlı olacağını düşünüyorum. Bazı notlar aldım ki burada onlara temas etmek istiyorum. Hürriyet konusunda iki önemli mesele söz konusudur. Günümüzde özgürlük mevzuu gerek basın çevrelerinde olsun ve gerekse uzmanlar içerisinde yaygın bir meseledir. Bu ise kutlu bir olaydır. İnkılâbın temel mevzuları ve ilkelerinin fikir teatisine sunulması, birilerinin bu konularda ilada bir şeyler söylemesi her zaman arzu ettiğimiz bir meseleydi. Bugün de bu mesele gündemdedir ve ben de şahsen söylenen ve yazılanları mümkün olduğunca takib etmeye çalışıyorum ve yazılan ve söylenenlerin bazılarından yararlanıyorum. Görüşler de farklıdır ve her kes aynı çizgide ve aynı doğrultuda yazmıyorlar. Her iki tarafta da doğru sözler mevcuttur, bu durumun böyle devam etmesi çok güzeldir. Keşke işin uzmanları temel meseleleri medyada tartışmaya açmak için gerekeni yapsalar da medyayı muhtevasızlıktan kurtarabilse ve basını halkın hidayeti için düşündürücü ve tartışma yaratıcı mevzulara çekebilseler. Her zaman inkılab kültürünü derinleştirmeniz tavsiyesinde bulunuyorum. Derinleştirmenin gereği de işte budur. Burada söz konusu etmek istediğim iki husustan biri, hürriyet mefhumu babında, bizim temel şiarlarımızdan biri olan bağımsızlık ve istiklali hayata geçirmeliyiz, Yani bağımsız düşünmeli, taklitçi düşünmemeliyiz. İlerlemelerimizin büyük bir bölümünün temelini oluşturan bu meselede eğer başkalarına taklit eder ve sadece batı düşüncesinin bizlerin karşısında açtığı pencereden bakar, olayları değerlendirirsek büyük bir hata yapmış oluruz ve çok acı sonuçlarla karşılaşırız. İlk olarak şunu belirtmeliyim ki “Hürriyet” meselesi, Kur’anı Kerimde, imamların kelamında sürekli olarak tekid olunan meselelerden biridir. Elbette burada sözünü ettiğimiz hürriyetten gaye mutlak hürriyet değil. Zaten dünyada da bunun hiçbir taraftarı yoktur. Dünyada insanları mutlak hürriyete davet edecek birisinin olabileceğini ben zannetmiyorum. Burada gayem, İslam’da var olan manevi hürriyet değil, bu bizim mevzu bahsimiz değil. Manevi hürriyet, maneviyata inanan her kes onu kabul ediyor; red veya kabul mevzuu değil. Burada sözünü ettiğimiz hürriyet, özgürlükten gayemiz sosyal hürriyettir.. Hürriyet, insanın konuşmak, düşünmek, seçmek ve benzeri şeylerdeki tabii bir hakkıdır ve bu husus Kur’anı Kerim ve sünneti Resul’de takdir edilmiştir. Nitekim A’raf suresinin 157. Ayetinde şöyle buyuruyor: : «الّذين يتبّعون الرّسول النّبي الامّي الّذي يجدونه مکتوباً عندهم في التّورية والانجيل يأمرهم بالمعروف و ينهاهم عن المنکر و يحلّ لهم الطيّبات و يحرّم عليهم الخبائث و يضع عنهم اصرهم و الاغلال الّتي کانت عليهم». “Onlar, öyle kişilerdir ki ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de de yazılmış olarak bulacakları şeriât sâhibi Ümmî Peygambere uyarlar ve o, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehy eder onları ve temiz şeyleri onlara helâl etmededir, pis ve kötü şeyleri harâm etmede. Sırtlarındaki ağır yükleri indirmededir, bağlandıkları zincirleri kırmada. Artık ona inananlar, onu ululayanlar, ona yardım edenler ve ona indirilen ışığa uyanlardır kurtulanlar, muratlarına erenler.” Allah peygamberlerinin özelliklerinden birini zincirleri insanların boynundan kaldırmaktı. «اصر» ibaresinde insanlar üzerindeki tahmili taahhüdü onlardan aldığı belirtiliyor. Çok ilginç bir mefhumu var bu cümlenin. O dönemde beşeri toplumların konumunu ve vaziyetini eğer dikkate alacak olursanız insanlar üzerindeki bu zorlama yükümlülükler ve antlaşmaların, batıl, sapma ve yanlış sosyal bağlılık ve kayıtlılıkların büyük bir bölümünün temelini oluşturduğunu görmekteyiz. Ayette geçen «اغلال» ibaresinin manası da bellidir yani zincirler demektir. İmam Ali (as) hakkında olan “Sevt’ul Adale” kitabının yazarı George Jordac biri Emir’ul Muminin Ali (as) tarafından söylenen ve diğeri ikinci halife Ömer tarafından söylenen iki cümle arasında mukayese yapmakta. İkinci halife Ömer tarafından atanan valilerden bir kaçı hilafet makamına çağrılmıştı. Çünkü aleyhlerinde raporlar gelmişti ve halife oldukça sinirliydi. Onlara hitaben kalıcı bir söz söyledi: : «استعبدتم النّاس و قد خلقهم الله احرارا؟» Allah’ın halkı hür yaratmasına karşılık siz onları köle mi aldınız? Diğer söz İmam Ali (as) tarafından söylenmiştir ve Nehc’ul Belaga’da mevcuttur. İmam Ali buyuruyor ki: «لاتکن عبد غيرک وقد خلقک الله حراً» Kendinden başkasının kölesi olma, Allah seni hür yaratmıştır”. George Jordac bu iki söz arasında mukayese yapmakta bi diyor ki Emirul Muminin Ali(as)ın kelamı Ömer’in kelamından çok daha güçlüdür. Zira Ömer bu sözü söylediği kimseler hürriyet ve özgürlüğün onların ellerinde hiçbir garantisi yoktu, zira onlar Ömer’in tabiriyle halkı köle alan kimselerdi ve şimdi de halka hürriyet vermelerini istiyordu. Bu bir nevi söz söylemek tarzıdır ve diğer tarz ise İmam Ali (as)ın bizzat o halkın kendisine hitap etmesiydi. Daha doğrusu yürürlülük garantisini cümlede getiriyor: «لاتکن عبد غيرک و قد خلقک الله حراً» kendinden başkasının kulu olma, çünkü Allah seni hür yaratmıştır. Bu iki cümlede hürriyet için iki özellik mevcuttur. Elbette Emir’ul Muminin Ali (as)ın kelamı önemli bir üstünlük ve özelliğe sahiptir ve icra garantisi bulunmaktadır. O iki özellikten biri hürriyetin insani fıtratın bir parçası olmasıdır. «وقد خلقک الله حراً» (Allah seni hür yaratmıştır) ve ben burada İslami ve batı düşüncesi arasında bir mukayesede bulunmak amacıyla ona temas etmek istiyorum. Elbette ben bugün burada bu mevzuyu çok detaylı olarak ele almak niyetinde değil ve inşallah kısmet olursa başka bir zaman bu meseleyi daha geniş açıklayacağım. Bugün sadece bu iki meseleyi açıklamak istiyorum ve onlardan biri hürriyet mevzuunda hür düşünmektir. Nitekim dikkat ediniz bugün dünyanın siyasi kültüründe kastedilen ve tercüme olunan “Sosyal hürriyet” böyle bir kur’ani köke sahiptir. Avrupa'nın 18. çağına ait liberalizme dönmemiz, Kant, Jean Stwart ve başkalarının bu hususta neler söylediğini öğrenmek istememiz için hiçbir gerek yoktur. Bizim kendimize ait söz ve mantığımız var. Batılıların söylediklerinin bizler için yol gösterici kanıt olamayacağını isbatlayacağım. Özgürlük makulesini İslami biliniz. Kanaatimce “Hürriyet” makulesinin İslamileşmesini, yerlileşmesini, kendileşmesini engelleyen iki grub mevcuttur. Bunlardan biri kendi söz ve düşüncelerinde sürekli olarak batı dünyasının son iki üç asırdaki filozoflarının “hürriyet”le ilgili söz ve açıklamalarını dillerine dolandıran ve sürekli gündeme getiren kimselerdir. Devamlı olarak filan kes şöyle demiş, öteki şunu belirtmek misalinden laflar ediyorlar. Bunlar en azından söz konusu filozofların isimlerini zikreden necib kimselerdir ama basın içerisinde diğer bazı kimseler mevcuttur ki batılı düşünürlerin fikir ve sözlerini söylüyorlar ama onların isimlerini zikretmiyorlar ve bu sözleri kendi adlarına söylüyorlar. Bununla birlikte hürriyet kavramının batı menşeili olduğu düşüncesini bizlerin içimizde yaygınlaştırıyor.. Bilmeyerek bunlara yardım eden bir grub daha var ki hürriyet kavramı söz konusu edildiğinde derhal kendilerini kaybediyorlar, dehşete kapılıyorlar ve derhal dinin elden gittiğini, dinin tehlikede olduğunu feryat etmeye başlıyorlar.. Hayır böyle deği. Din en büyük ilahi mesajdır. Din niçin yok olsun ki?! Sahih bir hürriyet ve özgürlük dinin insanlara getirdiği en büyük hediyesidir. Hürriyet sayesinde düşünceler olgunlaşmakta, yetenekler açılmakta. İstibdad, diktatörlük yeteneğin düşmanıdır, nerde istibdat, zulüm varsa, yetenekler körleşir, açılamaz. İslam, insanların açılmasını, olgunlaşmasını istiyor. İnsandaki büyük cevher ve kaynaklar doğal kaynaklar gibi istihraç olunmalıdır. Ancak dünya bu şekilde bayındır olur. Hürriyet olmadan ise bu imkânsızdır. Emir ve nehiylerle bu imkânsızdır. Nitekim bu düşünce de yanlıştır. Bu iki grub gerçekte kendilerinin bile farkında olmayarak Hürriyet’in İslami alandan çıkarılması yönünde farkında olmayarak işbirliğinde bulunmaktalar. Oysa bu gerçeklerle bağdaşmamakta ve hürriyetin İslami bir mefhumu bulunmaktadır. Burada bir hususu açıklamak istiyorum. Batıya oranla İslam’da sözünü ettiğimiz hürriyete, sosyal hürriyete büyük imtiyazlar, özellikler tanınmıştır. Liberalizmin bu husustaki yorumu çeşitlidir ve her dönemde hürriyet kavramıyla ilgili yeni ve farklı bir yorum ileri sürülmüştür, Rönesans’tan Fransa’daki liberalizme ve ardından Fransa devrimine kadar ve daha sonra daha değişik ve tahrif olunmuş haliyle Amerikan bağımsız savaşlarında bu durumu görmekteyiz ve bunlar daha geniş bir zamanı gerektiriyor. Şimdiye kadar özellikle son dönemlerde liberalizmle ilgili onlarca yorum getirilmiştir. Son dönemlerde Amerikalı ideologlar sürekli olarak bu hususta bir şeyler yazıp çizmekteler. Şunu da belirtmeliyim ki Amerikalı bile olmayan bu düşünürlerden birçoğu Amerikan devlet kurumlarının siparişi üzerine “Liberalizm”le ilgili yazı yazmaktalar. Kitapları Avusturya, Almanya veya Fransa’da yazılabilir ama Newyork’ta basılarak yayınlanıyor. Sipariş Amerikanın siparişidir. Kaynak da Amerikanın hedefleridir ki bunun kendisinin uzunca bir hikâyesi var. Onlar “Hürriyet” için bir felsefe ileri sürme konusunda tamamen acizdirler. Acaba hürriyetin felsefesi nedir? Niçin insan hür olmalıdır? Bu konuda çok söz söylenmiştir. Yarar, kamu menfaati, kamu zevki, ferdi zevk, medeni hakların azami miktarı. Tüm bunlar zarar görebilir ve bizzat onların kendisi de onu zedelediler. Son yıllarda liberalizmle ilgili yazılıp yayınlanan kitaplara bakıldığında, ne kadar yararsız ve boş lafların edildiği ve bu lafların genellikle ortaçağ dönemi meselelerine benzediğini görmekteyiz. Biri bir laf etmiş, öteki cevap vermiş, yeniden onun cevabına cevap verilmiş. Doğrusu 3. Dünya düşünürleri açısından iyi bir oyalama sayılır, biri bu teorinin taraftarı, diğeri öbür teorinin yanlısı, birinin bunun istidlalını kabul etmekte öbürü ötekinin istidlalını. Bu görüşte hürriyet hikmeti ve kaynağının azami ölçüsü insani bir hak oluşudur. Fakat İslam bunun üstünde demiştir. Daha önceki hadiste de müşahede ettiğiniz gibi İslam dini hürriyeti fıtri, ilahi bir olay olarak kabul ediyor, bir haktır ama öteki tüm hakların üstünde bir hak, yaşamak ve hayat hakkı gibi, aynen hayat ve yaşama hakkını, yiyecek, mesken hakkıyla eşdeğerde tutmamak gibi. Nitekim hürriyet de bunun gibidir, bu İslam’ın görüşüdür. Elbette istisnalar da yok değil, bu hakkın bazı özel hususlarda kaldırılması icap ediyor. Hayat hakkı gibi. Biri başka birini öldürüyor kısas ediyorlar, biri fitne çıkarıyor, fesatta bulunuyor, kısas ediyorlar. Hürriyet hakkı meselesinde de durum bunun gibidir ancak tüm bunlar istisnai durumlardır. Bu İslam’ın görüşüdür. Bu bakımdan hürriyet kavramının batılılar tarafından bize hibe edildiğini düşünmek çok yanlıştır. Hatta bu hususta tatlı bir söz söylemek istediğimiz zaman mesela filan batılı yazar ve düşünürün kitabını adres gösterelim, hayır bu yanlıştır, bağımsız düşünmeliyiz, kendi kaynaklarımıza , İslami kaynaklarımıza baş vurmalıyız. İnsan, zihnin teşrihi için başkalarının düşüncesinden yararlanıyor, taklit için değil, taklit meselesi söz konusu olduğunda büyük bir zarar oluşur. Ben bugün burada söz konusu ettiğim hususlarda birçoklarının be esasa pek dikkat etmediklerini görmekteyim, Burada “Hürriyet” ile ilgili iki üç farkı söz konu etmek istiyorum. Daha önce de belirttiği gibi liberalizm tüm farklı görüş ve eğilimlerin bir araya toplandığı şeydir, bu görüş ve teorilerin birçoğu diğerleri ile farklı ve tezat içinde olup tüm bunlar liberalizmi oluşturmaktalar. Batılı Liberalizm ideolojisinde, insan hürriyeti batı ve tanrı gerçeğinden soyuttur. Bunun için hürriyetin kesin tanrı tarafından verilmediğine inanıyorlar. Hiç kimse özgürlüğün Allah tarafından insana verildiğini belirtmiyorlar. Fakat İslam’da hürriyetin temelini ilahi düşünce oluşturuyor. Bunun kendisi ise temel bir farklılıktır ve diğer birçok farklılıkların temelini oluşturuyor. Nitekim İslam mantığında, hürriyete karşı başlatılan bir hareket gerçekte ilahi bir olaya karşı başlatılmış bir harekettir, yani karşı tarafta dini bir sorumluluk ve vazife oluşturuyor.. Fakat batıda böyle bir şey söz konusu değil. Yani dünyada hürriyet için başlatılıp sürdürülen mücadele batı Liberalizm düşüncesine göre hiçbir mantığa sahip değil. Batılıların bolca sözünü ettikleri husus kamu yararı veya ekseriyetin yararı meselesidir. Onlara göre hürriyetin temelini bu mesele oluşturuyor. Niçin ben gidip ekseriyetin menfaati uğranda öleyim ve yok olayım? Bu mantıksızlıktır. Elbette anlık ve mevsimlik heyecanları birçoklarını savaş meydanlarına çekebilmekte fakat bu kitlenin heyecanı yattığı an mücadele meydanından çekilmekteler. Niçin ölmeleri gerektiği hususunda kuşkuya kapılmaktalar. Fakat İslam düşüncesinde durum farklıdır. Hürriyet uğruna mücadele etmek bir tekliftir, vazifedir. Çünkü ilahi bir mesele uğrunda mücadeledir. Hatta birini öldürmek istedikleri zaman siz derhal onun yardımına koşmakla mükellefsiniz, bu dini bir görevdir ve eğer yardım etmeyecek olursanız, günah işlersiniz. Hürriyet mevzuunda da durum aynen böyledir, ilahi bir tekliftir. Bu temel farklılıkla birlikte diğer bir takım farklılıklar daha var. Bunlardan biri batılı liberalizmde ahlaki değerler ve hakikat nisbi olduğu için “hürriyet” de sınırsızdır. Niçin? Çünkü bir takım ahlaki değerlere inandığınız için sizler bu değerlere saldıran kimseleri suçlamaya hakkınız yoktur, çünkü karşı tarafın bu haklara inancı olmayabilir. Bu bakımdan hürriyet için her hangi bir had ve hudut, sınırlama yoktur mantıkta “Hürriyet” sınırsızdır. Niçin? Çünkü sabit bir hakikat mevcut değil. Zira onlara göre ahlaki değer ve hakikatler nisbidir. Fakat İslam’da “Hürriyet” böyle değildir. İslam’da sabit ve kesin değerler mevcuttur, bir gerçek mevcuttur. O gerçekler doğrultusunda hareket etmek, değerli olup, değer ve olgunluk yaratmakta. Bu bakımdan “Hürriyet” bu değerlerle birlikte sınırlanıyor. Değerleri nasıl tanıyıp elde etmek gerektiği mevzuu ise başka bir konudur. Bu meseleyi anlamak için birileri yanlış yollardan gidebilirler ve birileri de doğru yoldan gidebilirler… Bu meseleler bu sohbetimizin gündem dışındadır. Her haliyle “Hürriyet” hakikatle ve değerlerle sınırlıdır. İslam’da bu kadar değer göre “Sosyal Hürriyet” eğer bir halkın manevi ve maddi getiri ve zenginliklerinin yok edilmesi, zayıflatılması yönünde kullanılacak olursa zararlıdır. Bir insanın kendi hayatı gibi; «من قتل نفساً بغير نفس او فساد في الارض فکانّما قتل النّاس جميعاً» Kur’an mantığında bir insanı öldürmek tüm insanlığı öldürmek mesabesindedir ve bu çok ilginç bir kavramdır, bir insanı öldürmeye kalkışan kimse bütün bir insanlığı öldürmüş gibi olur, çünkü insanlık harimine tecavüzdür. Fakat onun istisnası da var ve o da şudur ki; «بغير نفس او فساد في الارض» Meğer o insanın kendisi başka bir cana kıymış olsun veya fesat yaratmış olsun. Dikkat ediniz sahih ve kesin haklar bu hürriyeti sınırlamaktadır, hayat hakkını sınırladıkları gibi. Diğer bir fark şudur ki batıda hürriyetin sınırını maddi çıkarlar oluşturuyor. İlk önce sosyal ve ferdi hürriyetler için bazı sınırlamaları belirliyorlar, işte bu onlardan biridir, maddi çıkarlar tehlikeye düştüğü zaman hürriyeti sınırlamaktalar. Maddi çıkarlar, bu ülkelerin büyüklüğü, bu ülkelerin bilimsel sultaları, talim ve terbiye, insanların kesin haklarından olan makulelerdendir. İnsanlar öğrenme hakkına sahipler fakat bu hürriyet büyük batılı üniversitelerde sınırlandırılmaktadır. Bilim ve üstün teknoloji kendi tabirleriyle ( High Tec) aktarılamaz. Teknolojinin başka ülkelere aktarımı yasaktır. Niçin? Çünkü eğer bu teknoloji ve ilim başka ülkelere aktarılacak olursa söz konusu ülkenin tekelinden çıkar ve bu maddi güç ve sulta kendi durumuna terk edilmeyecek. Hürriyetin sınırı oluşuyor, yani üniversite hocası mesela 3. Dünya ülkesinden gelen talebesine, İranlı, Çinli vs. talebesine filan bilimsel sırrı öğretme hakkına sahip değil. Bilgi ve haber aktarımı da bunun gibidir. Bugün dünyadaki tüm yaygara haber ve bilgi akışının serbestçe yapılıp yapılmaması üzerinedir.. Bırakınız halk hür olsun, bırakınız halk haberdar olsun. Batıda hürriyet buraya kadardır, örneğin Amerika'nın Bush yönetimi döneminde Irak’a saldırısı sırasında bir hafta boyunca tüm medya organlarında koyu bir sansür uygulandı ve bununla hatta övündüler ve hiçbir yayın organının ve muhabirin Amerika'nın Irak saldırısı ile ilgili ne bir tek haber ve ne bir tek fotoğraf yayınlamaya hakkının olmadığını resmen bildirdiler. Her kes Amerika'nın Irak'a saldırdığından haberdardı ve bunu itiraf bile ediyorlardı ama bu saldırının mahiyeti ve ayrıntılarından hiç kimsenin haberi yoktu. Bu yayınlarla ülke güvenliğinin tehlikeye düşeceğini iddia ediyorlardı. Görüldüğü gibi batı da askeri güvenlik meselesi hürriyet hakkını sınırlandırabilmekte, yani maddi bir sınır, maddi bir duvar oluşturdular, Devlet temellerinin direklerinin sağlamlığı da diğer bir sınırdır. Bundan birkaç yıl önce (4-5 yıl) Amerika’da bir grub ortaya çıktı ki bunların haberini de gazete okuyanlar o dönemin yayın organlarında gördüler. Fakat ben o sırada olayla ilgili daha ayrıntılı bilgi edindim. Fakat kendi gazetelerimiz de dahil tüm gazeteler bu dini grubun (Clinton döneminde) Amerikanın mevcut yönetimine karşı harekete geçmiş dini bir grub olduğunu yazdılar. Onlara karşı bir takım güvenlik ve polisiye girişimlerinde bulunuldu ama bir fayda vermedi. Onların toplandıkları mekânı kuşatarak yaktılar ve o yangında 80 civarında insan yanıp kül oldu. Bu olayın fotoğraflarını da yayınladılar ve bu 80 kişinin içerisinde kadın ve çocuk bile vardı. Hatta tek bir kişi bile onlardan askeri değildi, işte hayatta kalmak özgürlüğü, siyasi mücadele özgürlüğü ve inanç özgürlüğü bu sınırlarla sınırlanıyor. Ahlaki değerler o bölgelerde hürriyet karşısında engel teşkil etmez, mesela homoseksüel hareket Amerika’da yaygın hareketlerden biridir ve bununla kıvanç bile duyuyorlar, cadde ve sokaklarda gösteri düzenliyorlar, dergilerde resimleri boy gösteriyor, filan tüccarın filan meşhur siyaset adamının bu grubun içinde olduğunu iftiharla, övünerek belirtiyorlar, hiç kimse utanmıyor ve inkâra kalkışmıyor. Daha önemlisi bu harekete karşı çıkan bazı hareketler bir takım medya organının sert saldırısına maruz kalıyor ve homoseksüel harekete karşı çıktıkları gerekçesiyle ağır eleştirilere tabi tutuluyorlar. Yani ahlaki değerler batıda kesin olarak hürriyet için bir sınırlama getirmiyor. Başka bir örnek de Avrupa ülkeleridir. Örneğin faşizmin çıkarları doğrultusunda fikir özgürlüğünü kısıtlıyorlar. Fakat çıplaklıkla ilgili faaliyet ve propagandalara en ufak bir sınırlama getirmiyorlar. Demek oluyor ki batı liberalizminde özgürlük sınırları maddi sınırlardır, ahlaki sınır diye bir şey söz konusu değil. Fakat İslam’da ahlaki sınırlar var, İslam’da hürriyet maddi sınırların yanı sıra ahlaki sınırlara da sahiptir. Bu bir mantıktır. Toplumda Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi ve diğer dinlerin mensupları yaşıyor ve şu anda ülkemizde (İran)de var, asrısaadet döneminde de vardı ve bunun hiçbir sakıncası yoktur. Fakat eğer fasid bin akide ve inanca sahip olan kimse, savunma gücüne sahip olmayan kimseleri saldırılarına hedef edinir ve onları saptırmak isterse bu insan için bir sınırdır. Hürriyet bu noktada sınırlanıyor. İslam açısından durum böyledir. Mesela eğer fesada kalkışırlarsa, fikri, cinsel veya siyasal fesad işlerlerse veya köşe kenarda tanık olduğumuz sözüm ona filozof görünümündeki kimseler eğer kalkıp da yüksek eğitimin gençler için yararlı olmadığına dair bir şeyler yazacak olurlarsa mümkündür büyük bir kitle üzerinde etki yaratmasın ama az bir grub üzerinde bile etkili olması durumunda buna izin vermek olamaz ve insanları eğitimden alı koymalarına göz yummak düşünülemez. Hürriyet yalancılık değil, hürriyet gerçek dışı haberler yaymak değil. Benim burada gündeme getirmek istediğim bir eleştiri hürriyet mevzuuna eğilen kimselerin niçin bu hususta İslami mevzulara ve İslami kaynaklara hiç baş vurmamalarıdır? Kur’anı Kerim’de Ahzab suresinin 60. Ayetinde Allah Taala şöyle buyuruyor: «لئن لم ينته المنافقون و الذين في قلوبهم مرض والمرجفون في المدينة لنغرينک بهم» "Münâfıklarla gönüllerinde hastalık olanlar ve Medîne'de kötü haberler yayanlar, bu işten vazgeçmezlerse and-olsun ki sana, onlara karşı bir kuvvet veririz de sonra artık orada pek az bir müddet komşu olabilirler sana." Burada Mercifun kelimesi münafıklar ve kalplerinde kötü hastalık olanlar tabirlerinin yanında yer almıştır. Münafıklar bir gruptur ve gönüllerinde hastalık olanlar الّذين في قلوبهم مرض başka bir grup ve "mercifun" sözcüğü bu ikisinin hemen yanında yer almıştır. "Mercifun" yani sürekli olarak yalan haberlerle halkı, toplumu korkutanlar.. Yeni kurulumuş İslami bir toplum onca düşmanıyla, onca Kur’ani gönüllü güçleriyle, onca gönüllü nebevi güçleriyle her kes bu nizamın müdafaası, ülkenin korunması için tüm alanlarda her an hazır konumda bulunmalıdır. Böyle bir ortamda gerçek dışı bir haber eğer bir kuruntu gibi toplumun içine düşerse, moralleri çökertirse işte bunlar "mercifun"dur. Kur'anı Kerim buyuruyor ki eğer "mercifun" yani halkı sürekli korkutanlar, insanları umutsuzluğa sürükleyenler, halkı teşebbüsten alıkoyanlar eğer bu tutum ve davranışlarından vazgeçmeyecek olurlarsa «لنغزينک بهم» yani seni onlara musallat edeceğim. İşte bu hürriyetin sınırıdır. Anladığımız gibi İslam’da hürriyetin bir diğer farkı da manevi değerlerden oluşan bin sınırı var. Bir diğer fark da şudur ki batı Liberalizm düşüncesinde hürriyetin “teklif”le çelişkili olmasıdır. Batıda hürriyet demek, her türlü yükümlülük ve görevlerden de özgür demektir. Fakat İslam’da hürriyetin madalyonunun öbür yüzü yükümlülüktür. Aslında insanlar hürdürler çünkü mükelleftirler. Eğer mükellef olmasaydılar hürriyetin de bir gereği kalmazdı. Aynı melekler gibi olurlardı. Mevlana'nın tabiriyle : Denildi ki bir hadiste Hallak’ı Mecid âlemdeki varlıklarını üç tür yarattı Bir gruba hepten akıl, ilim ve cömertlik verdi fakat öteki melektir ve secdeden başka bir şey bilmez Beşerin özelliği mütezad, çelişkili amaç ve içgüdülerden oluşmuştur ve bunca türlü türlü gayeler içerisinde kemal ve olgunluk yolunu bulmakla mükellef kılınmıştır. Ona kemal yolunu kat etmesi için hürriyet verildi, bu hürriyet bu değerli birlikte tekamül içindir, nasıl ki insan hayatının kendisi tekamül içindir; «و ما خلقت الجنّ و الانس الاّ ليعبدون» “Allah Taala ins ve cinni ubudiyet mertebesine ulaşmak için yarattı” Hürriyet de hayat hakkı gibidir, ubudiyete bir mukaddime, ön hazırlık. Batıda teklifin reddinde o kadar ileri gittiler ki sadece dini teklifleri reddetmekle kalmadı hatta teklifin var olduğu, farz ve haramların bulunduğu tüm ideolojileri bile reddettiler. Bu Amerikancı liberal yazarların, onları kendileri için peygamber seçenlerin son eserlerinde batılı özgürlük düşüncesinin “gerekler, gereksizler” ilkesi ve ideoloji ilkesine muhalif olduğunu belirtiyorlar. Fakat İslam tamamıyla bu görüşe zıt bir fikir ileri sürüyor. İslam "hürriyet"i yükümlülükle, teklifle birlikte kabul etmekte. Bu bakımdan yazarlar ve tartışmacılara benim ilk tavsiyem şudur ki hürriyet kavramının idraki konusunda bağımsız davranmalı, bağımsız düşünmeli ve bağımlı olmamalıyız. İkinci tavsiyem şudur ki hürriyetten suistifade olunmamalı.. Bazıları sürekli olarak şöyle bir iddia da bulunuyorlar ki “Basında yeni elde edilmiş hürriyetler”. Bana göre bu hakikat dışı bir ifadedir. Bu sözün kaynağı yabancı radyolardır. Elbette şu sıralar gazete ve dergilerde de bir takım şeyler yazıyor ve tacizde bulunuyorlar. Bu kimselerden bazıları geçmişte bu gibi teşebbüslerde bulunmazlardı ve diğer bazıları ise bu tavırlarını geçmişte de sürdürüyorlardı. Geçmişte ülkemizde bu gibi medya organlarının zamanın cumhurbaşkanı ve öteki yetkililerine karşı hatta bazı İnkılab konularına karşı olduk olmadık laflar ettiler ve hatta o dönemde bile hiç kimse bunlara karşı çıkmıyordu. Ben bu konuda bir çok örnek verebilirim ve şu anda aklımda bir sürü örneği mevcuttur ve eğer bu toplantı uzarsa onlara temas ederim. Ben bundan 6-7 yıl önce “Kültürel Saldırı” meselesini gündeme getirdim ve o zaman bu mesele çok tartışıldı. Hatta bazıları birçok şeyler yazdılar ki kuşkusuz sizler onları hatırlıyorsunuzdur. O dönemde İran İslam Cumhuriyeti Televizyonunda konuyla ilgili bir oturum düzenlendi. Bu oturuma 4-5 kişi katılmıştı onlardan biri benim açıkladığım görüşü tasvib etmekteydi ve ötekiler ise bu görüşü kesinlikle reddediyorlar ve bu sözlerin hayal ürünü olduğunu, batıl olduğunu iddia ediyorlardı. Gördüğünüz gibi hiç kimse başkalarına engel olmuyor, saldırıya geçmiyor. Bazılarının dosyaları karanlıktı, elleri kirlenmişti ve meydana adım atmaya cesaret edemiyorlardı, onlar bile bir şey diyecek olsaydılar kimse karışmazdı, ama kendileri korkuyorlardı çünkü dosyaları kirliydi. Onların, İslam'a, İmam'a, inkılab'a ve imam'ın İslami düşüncelerine karşı kinleri eskiden beri malumdu. Bunlar kendilerini meydanlarda boy göstermeye cesaret edemiyorlardı. Onların yanlış, hatalı yorumu 30 milyon insanın düzen aleyhine oy verdiğini zannetmeleriydi. Bunlar sevindiler oysa halk 30 milyon oyu düzenin istikrarı, geçerliliği için vermişti. İslam düzeninin iftiharların biri şudur ki İslam İnkılâbının zaferinden 18 yıl geçmesine rağmen bir seçimde, 32 milyonluk seçmenden 30 milyon insan yani seçmenlerin %90’ı seçime katılmıştır. Bunlar nizamın güç noktasını, nizamın zafiyeti olarak nitelediler. Daha seçimlerin ilk günlerinden itibaren özellikle yabancı radyoların borazanları öterek 30 milyon düzen aleyhtarının muhalif olarak görüş belirttiklerini dillendirmeye ve düzenin güçlü yanını zayıf yanı olarak göstermeye çalıştılar. Bu zavallılarda ya inandılar veya kendilerini aldattılar ve 30 milyon muhalifin var olduğu bir ülkede kendilerinin artık sessiz kalmamaları gerektiğini ve bir şeyler söylemelerinin icap ettiğini düşünerek cesaretleri arttı. Nitekim hürriyetin yeni kazanıldığı cümlesini hey dönüp dolaşıp tekrarlamamak gerekir. Görüyoruz ki yetkililerden bazıları sürekli olarak medyadan hürriyet ilkesinin temelden tehlikeye düşmemesi için hürriyeti sınırsız olarak kullanmamalarını istemekte. Toplum fertleri Allah vergi haklarından her ne kadar fazla yararlanırsa o kadar iyidir, ancak sınırların dışında olmamalı. Toplum fertleri Allah vergisi haklarından her ne kadar fazla yararlanırsa İslam düzeni de kendi hedeflerine bir o kadar yakınlaşır. Her zaman şahsen benim yazarlara olan eleştirim, niçin yazmadıkları, niçin araştırmadıkları, niçin yorumlamadıkları yönünde olmuştur. Burada sahih sınırları riayet etmek gerekir, elbette bu sınırlar, bir hükümet veya nizamın kendi çıkarları uğruna ortaya çıkaracağı sınırlar değildir. Dünyada bazı düzenlerin var olmasına ve bu gibi sınırları kendi çıkarları doğrultusunda belirlemelerine rağmen İran İslam Cumhuriyeti düzeni kesinlikle böyle bir özelliğe sahip değildir. İran İslam Cumhuriyeti düzeninin temeli adalete dayalıdır. Yani eğer liderlik makamı adaletten düşerse otomatik olarak ve başka her hangi bir unsurun müdahalesi olmaksızın liderlikten düşer. BU düzende sınır İslami sınırlardır. Kur7anı Kerim’de, Hadis’te ve dinin sahih olarak idrakinde sınır olarak tanınan hususlar, bunlar muteberdir ve riayet olunması gerekir. Eğer riayet olunmazsa yetkililer bu hususta yükümlüdürler, yargı mensupları, hükümet mensupları, İrşadi İslami sorumluları ve öteki yetkililer mükelleftirler. Eğer vazifelerini yerine getirmeyecek olurlarsa günah ve suç işlemiş olurlar. Sınırları korumaya mükelleftirler. Benim bugün son olarak belirtmek istediğim husus şudur ki Hürriyet makulesi İslami bir makuledir, kavramdır. Onun hakkında İslami düşünmeli ve hepimiz onun sonuçlarına İslami bir hareket, şer’i bir mükellefiyet olarak inanmalıyız. Toplumumuzda olan şeylerin değerini bilmeli ve ondan azami yararı sağlamalıyız. Fikir ve düşünce sahipleri, âlimlerimiz çaba harcamalı. Elbette bazı mevzular uzmanlık konuları arasında gündemdedir, okullarda, üniversitelerde, medyada ve özel alanlarda gündeme getirilmelidir. Bazı konular ise her kesin yararlandığı mevzulardır ve söz konusu edilmesi ve her kesin yararlanmasına sunulması gerekir. Allah Taala’nın düzenimizin filizlenip açılmasına yararlı olan şeyleri tahakkuk ettirmesini temenni ederim. Gelecek ve umutlar sizlere ait olan aziz gençlerimiz ve üniversite öğrencilerimizin bu filizlenme ve hizmetlerde daha büyük bir başarı sağlamanızı temenni ederim.
Vesselamu aleyküm ve rahmetullah ve berekatuh Müderris Eğitim üniversitesi öğrencilerinden bir grubun okulu bitirme merasimindeki konuşması ( 1377/6/12